11 Temmuz 2011
Son Barikat !
fenerbahçe cumhuriyeti pankartları açıcaksın sonra Turkiye Cumhuriyeti'nin son kalesi fenerbahçe diyeceksin.
adam gibi adam recep tayyip erdoğan pankartları açıcaksın sonra iktidar bizi bitirmeye çalışıyor diye ağlayacaksın.
kurtuluş savaşında cepheye gitmek yerine işgal orduları komutanı adına yapılan turnuvaya katılacaksın, başkanın dokyor nazım bey Atatürke suikast suçundan idam edilecek sonra Atatürk'ün takımıyız diye bize saldırılıyor diyeceksin.
kendi stadında ezeli rakibinin futbolcusu dövdürtüceksin, saldırıyı yapandan brifing alıcaksın sonra kimse bizi sevmiyor diyeceksin.
rıza efendi 2 ekmek 1 süt diye pankart açıcaksın sonra başkanın fişlenme fotoları medyaya düşünce insanlık onurundan bahsedeceksin.
İT aat et diye bütün maratonu kaplayan siyah-beyaz kareografi yapıcaksın sonra saygı isteyeceksin.
biz hepiniz siz tek, biz bize yeteriz sloganları atıcaksın sonra neden kimse yanımızda değil diyeceksin.
güce taparsan birgün o taptığın güç seni ezer bunu unutmayacaksın.
rüzgar ekersen fırtına biçersin bunu unutmayacaksın.
kale falan kalmamıştır bu ülkede barikatlar kalmıştır Son Barikat Beşiktaş Tribünüdür !!!
10 Temmuz 2011
Suçlu ben değil Kore dizileri
Bon Jovi, TT Arena ve Toplu Taşıma
Neyse; Mecidiyeköy metrosuna binip, Sanayi Mahallesi durağında indiğimizde konsere akın eden kitle ile karşılaştık. 10 dakika kadar bekledikten sonra biraz balık istifi de olsa Metrobüs'den kalan tecrübelerimiz ile Seyrantepe'ye rahatça vardık.
Metro'nun çıkışında stadın dışında "esas" kalabalık ile karşılaştık. İnsanlar yukarıda bahsettiğim yasağın etkisi ile "işportacılardan" aldıkları kutu biralarını ve sularını içiyor, sohbetler ediyorlardı. İşportacı kelimesini bilerek tırnak içine aldım zira burada yapılan satış tamamen kayıt dışı olacağından devlete ve ekonomiye hiçbir katkısı olmayacak idi. Çıkardığı yasalarla kendi kendini baltalamak sanırım ancak bizde olurdu.
5 Temmuz 2011
Şike Mike Şampiyonluk....
Aç kurtlar gibi medya; avını buldu mu tek bir kıymık parçası kalmamacasına asılıyor dişleriyle. Oradan ısırıyor, buradan ısırıyor, kemik parçalarını kıtırdatıp, gürültüyle yutuyor... Doymuyor bir daha ısırıyor. Etin içindeki kanı kuruyup kalmış bir sünger misali içine çekiyor, emiyor. Yetmiyor, tükürüp, yalana yalana tekrar yiyiyor. Geviş getire getire.
Basın özgür tabi; doğruları yazar, gerçekleri gün ışığına çıkarır, karanlıkta kalmış ne varsa irdeler, kanırtır, halkı aydınlatmak için büyük riskler alır. Güvenilirdir, kaya gibi sağlamdır...
Ha şimdi soracaksınız, yukarıda yazdığıma ben inanıyor muyum? İzin verin hemen cevabı yapıştırayım. Tek virgülüne inanıyorsam ne olayım.
Elbetteki ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Bugün ülkenin en önemli spor klüplerinden birinin başkanı şike iddiası yüzünden göz altına alınıyorsa, elbet bir şey vardır diye düşünüyor insan. Çıkan haberlerdeki görüntüler, konuşmalar daha neler neler, hepsi aynı şeyi düşündürüyor; Eh, yapmış bunlar birşey, besbelli ortada. Ancak hemen akla başka bir soru geliyor, Bu olay yeni mi?
Yıllardır böyle söylentiler şehir efsanesi gibi dolanıp durur etrafta, bir allahın kulu da "yok olmaz öyle şey" demez. Herkezin şike yapıldığına dair bir komplo teorisi vardır kafasının bir yerinde. Takımlar kaybettiklerinde yok hakem, yok federasyon, yok oyuncu, bir bahane, bir üçkağıt ararlar o yenilginin içinde. Vardır veya yoktur. Gözümüzle görüp şahit olmadan bilmemiz mümkün müdür? Hayır. Ama dedim ya, bizim kafamız bir başka türlü çalışır. Hatta deriz ki medya şu takıma çalışıyo, bu takımı destekliyor ve saire. Eh, iki koca sayfa tek takıma ayırıp geri kalanına sayfada tek sütun verirsen ben de ararım o üçkağıdı.
İşte bu karmaşanın arasında benim de aklıma takılan aynı soruydu. Bu yeni birşey mi? Bu güne kadar şike hiç yapılmadı mı? Birinin şampiyonluğu diğerine hediye edilmedi mi? Düşmanımın düşmanı dostumdur diyerek kucak dolusu gol yenmedi mi? Hakemler hiç hata yapmadı; bir maçta beş kırmızı kart hiç çıkmadı mı? Yeni mi arkadaşım bu sorular? Bunların hiç biri olmadı da, her şey bizim kafamızda mıydı? Bugün mü oldu bu? dünü hiç yok muydu?
Dün sayfa sayfa yücelttiğinizi bugün sayfa sayfa paralıyorsunuz. Doğrudur veya değildir, bu dünün haberidir. Ama sıkmadı dün yazmak, o yüzden her ne şekil olduysa, bu adam kimle ters düştüyse gafletle, bugün yazmaya karar verdiniz. Ha bize de okumak ve seyretmek kalıyor. Ama bir şeyi elimizden almanız zor; o da, sizin inanırlığınız ne kadarsa biz de o kadar inanıyoruz, güveniyoruz sözde sözünüze. Sonuç olarak yapılan bir şey varsa ortada, geçmişten veya şimdiden, ancak istendiğinde çıkar ortaya. Bu nedenle artık ortaya çıkmış olmasının da artık bir değer taşımadığı aşikardır.
Bir suçun cezasını ancak o suçu işleyen kişinin vicdanı verir. Ha o da yoksa zaten, söylenecek fazla bir şey yoktur. Elbette kanunlar var, suç varsa ceza var. Ama demem odur ki, suçu sabitlenene kadar kişi masumdur. Ne yazarsan yaz, ne çizersen çiz, ne kadar yıpratmaya çalışırsan çalış, bu böyledir. Suçu sabitlendiğinde ise, ne yazık ki bu sefer bu suçun cezasını tek kişi değil, koca bir takım çekecek. Belki gerçekten de bileklerinin hakkıyla aldıkları her zaferin üstüne kocaman siyah bir örtü düşecek. Sahada yüreğin ve inanmışlığın gücüyle dökülen terler buhar olup uçacak.
Bir Beşiktaş taraftarı olarak, bir sporsever olarak, beni en çok üzen hak ile dökülen terlerin heba olmasıdır, her kim olursa olsun, üstünde hangi renkleri taşırsa taşısın.
Yani kısaca, sen ne yazarsan yaz, ne manşet atarsan at, ben yüreğimde mahkum etmedim hedef gösterdiğini.
2 Temmuz 2011
Pentagram'dan yeni single : Wasteland
Wasteland, uzun bir aradan sonra grubun çıkardığı yeni bir şarkı olmasının yanı sıra, Murat İlkan'ın ayrılığı sonrası yeni vokalin kim olacağı sorularının cevabını da içeriyor. The Climb grubunun vokali Gökalp Ergen artık Pentagram için söyleyecek. Merakla bekliyoruz !
Wasteland Tanıtım Teaser : http://vimeo.com/25838399
Radyo dinlemek
Bilemiyorum neden böyle bir değişim yaşadım fakat bana nedense radyo müzik dinlememiz için en iyi araçlardan biri gibi geliyor. Hafif parazitli yayını sanki nağmeleri kulağıma daha güzelmiş gibi geliyor. İstek parçanın çalınmasının verdiği garip ve anlamsız heyecan ya da sıradaki parçanın ne olacağını tahmin etmeye çalışmak gibi eğlenceleri başka bir müzik kaynağı sunamıyor.
Özellikle birşeyler okurken sesi kısılmış ama kulak kabartıldığında duyulabilen bir radyo yayını benim çok hoşuma gidiyor. Bir kitabı okurken hayal ettiğiniz dünya için adet fon müziği görevi görüyor. Bir de şimdi pek kalmasa da radyo programcılarının kendi üzerlerinden yarattıkları gizemi seviyordum. Serdar Ortaç radyo programı yaptığı zamanlar kendisini "kadın" sandığımızı çok net hatırlıyorum.
Çocuktuk işte, hayattan şimdikinden daha fazla keyif alıyorduk. Bence ister çok güzel geçsin, ister acılarla bir insan en çok çocukluğunu özler. Çocukluğumun bir parçası olduğu için de radyo yayınlarını bu kadar seviyorum belki de. Yazımı bitiriyor ve bir radyo tavsiyesinde bulunuyorum. Rock.FM. Müziği sert istiyorsanız dinlemenizi tavsiye ederim.
30 Haziran 2011
Kore ve Romantik Komedi
29 Haziran 2011
İlerleyen Dünya, Kaybolan Sabır
Vereceğim örnekler işim gereği biraz teknolojik olacak affedin ama en iyi bu alanda gözlem yapabiliyorum. Bundan 15 sene önce işe girdiğimde şirkette internet çıkışı yoktu. Sonra ufak bir internet kafe kurduk ve çalışanlar öğle tatillerinde "sırayla" buradaki bilgisayarları kullanıyor ve 56Kbit bağlantı hızı ile internette aradıklarını bulmaya çalışıyorlardı. Kısıtlı zamana rağmen kimsenin hayıflandığını veya sinirlendiğini hatırlamıyorum. Tek birşeye dikkat ediliyordu o da işi biten kişinin bilgisayarın başında gereksiz vakit öldürmüyor olmasıydı. Yazılı olmayan bir kural idi adeta. Yani bugün Facebook v.b. mecralarda vakit geçirmek için tur attığımızı düşünürsek...
Her neyse bugün yılların tecrübesi ve işinde guru diyebileceğimiz bir sektör çalışanı, kurulum yaptığı bilgisayarın hızından şikayet ediyordu. Eğer az evvel yukarıda bahsettiğim dönemlerde çalışmadığını bilsem anlamlı gelebilirdi bu şikayeti fakat o an anlam veremedim. Daha sonra oturup düşündüğümde insanoğlu'nun eline verilen imkan ne kadar çok olursa, o kadar çok şikayet ettiğini ve sabırsız olduğunu farkettim. Hiç zorlamadan aklıma onlarca örnek geliverdi.
Sonra tekrar düşündüm; acaba bu sabırsızlığın olumlu yönleri de yok muydu ? Aklıma gelen ilk faydası ilerleme için gereken motivasyonu sağlamasıydı. Eğer tüm insanlık o an ki mevcut durumundan memnun olsa teknoloji şu an bulunduğu noktaya ulaşamazdı. Fakat bu sabırsız ve doyumsuz bakış açısı faydalı olduğu kadar da zararlı. Çünkü bu sabırsızlık ve doyumsuzluk insanın yine insanlarla olan sosyal ilişkilerine de olumsuz bir şekilde yansıyor. Özellikle insanlar kendilerine bu hizmetleri getiren ve sunan kişileri çok kolay kırabiliyor ve üzebiliyorlar. Bunun dışında o kadar hızlı bir hayat yaşamaya alıştırılmışız ki; en ufak bir gecikmede karşımızdaki insanı kim olduğuna bakmadan üzebiliyoruz.
Hayat kısa fakat bence hiçbir zaman başka bir hayatı kırıp, üzecek kadar acele etmemek gerekiyor diye düşünüyorum. O yüzden yaşam ne kadar hızlansa da biz arasıra frene dokunmayı bilmeliyiz.
28 Haziran 2011
Pembe Patiler
Ve biz bu sorunun hala açıklık kavuşamadığı bir ülkedeyiz tabi ülkedeki diğer sorunları çözemeyen insanlardan bu konu hakkında nasıl bişey yapmaları beklenebilir ki.
Dedim ya onların bir hataları yok insanlara güvenmeye çalışmaktan başka..
Geç Olsun , Geçmiş Olsun
Bu sene baktık öyle ahım şahım birşey yok gene de geleneği bozmayalım diyip Kavak Yellerine devam ettik. Sonra Behzat Ç. bizde müptelalık yaptı. O kadar doğal o kadar eğlenceli ve bir o kadar da vay anasını dedirttiren...
Yaz geldi o, bu , şu dizi tatile girdi. Kaldık mı öyle? yok canım, kalmayız biz. Evin efendisi tesadüfen Ezel adlı dizinin finaline denk gelince bizim de rotamız belli oldu. Ta en baştan başladık Ezel'i izlemeye.
Duma'nın eşsiz eseri Monte Kristo Kontu'nu neredeyse yirmi yıl önce okumuştum, pek çok da uyarlama izledim. Kimi tam olarak eserin filme uyarlaması iken, bazısı da esinlenme diyebileceğiniz izler taşıyordu. Orjinal eserin güzelliğini hiç birinde bulamadığımı söylemem lazım. İşte bu yüzden Ezel yayına başladığında, aynı ön yargıyla, seyretmeyi düşünmedim bile.
Şimdi, henüz ilk bölüm izlemişken, önyargının aslında ne kadar yanıltabileceğini farkediyorum. Her ne kadar esinlenme olsa da, hikaye en az dünya kadar yaşlı bir hikaye. İhanet, intikam, aşk ve nefret. Şimdi böyle söyleyince çok klişe geliyor, ama değil işte... Amerikayı yeniden keşfetmek değildir mesele, onu anlatabilmektir.
Gerek senaryo, gerek çekim, gerek oyuncular, sizi heyecanla koltuğa çakabiliyorsa, birileri bu bildik hikayeyi anlatmayı hakkıyla başarmış demektir. İşte ben bu hakkı bu yiğide veriyor ve Ezel macerama kaldığı yerden devam ediyorum.
Yaz Yaz Yaz Bir Kenara
27 Haziran 2011
Sonunda beklenen "kalite" bizim oldu
Günümüz dünyasının ayıplarından biri olan dizisi veya filmi çekilene kadar kitabından haberdar olmamamız Behzat Ç. için de geçerli idi. Emrah Serbes'in ilk Behzat Ç. kitabı olan "Her Temas İz Bırakır"dan uyarlanan dizi, hem uyarlama olarak hem de gerçek anlamda "izleyen" gibi düşünüp, karakterleri ekrana sunmak bakımından çok başarılı oldu.
Kitapları ( özellikle de Son Hafriyat'ı ) okuyanlar bilir, Emrah Serbes kurgu konusunda çok başarılı bir yazar.Buna ek olarak çok biri bir "sır" saklayıcı. Sizi tahminlere zorlasa da finale kadar sakladığı ve esas can alıcı nokta olan hikayenin esas sırrını çok iyi saklıyor. Bu da onu komple bir polisiye roman yazarı yapıyor. Umarım daha çok kitap yazar ve okuruz.
Behzat Ç. hakkında, özellikle de final hakkında yazacak çok şey var ama açıkcası hem anlatması çok zor hem de bence biri Behzat Ç. nedir diye merak ediyorsa, oturup hem kitaplarını okumalı hem de diziyi izlemelidir.
26 Haziran 2011
Bir Yağmur, Bir Güneş
Yaşamın gerektirdiği her anı doyasıya, güneşi de yağmuru da, fırtınayı ve borayı da severek yaşamak değil midir güzel olan? Pamuk pamuk karlar gökyüzünden tüy gibi yere düşerken, soğuk yerine beyazı düşünmek; fırtına, pencere pervazları altından odanın içine doğru şarkısını söylerken, rüzgarın öfkesi yerine, o eşsiz melodinin namelerini duyabilmek; yağmur, damlalarını toğrağın üzerine bırakırken, ıslanmayı değil, temizlenmeyi, her anlamıyla ilk doğduğumuzda içimizde olan o saflığa dokunabilmek; güneş açtığında, gözlerimizi acıttığını değil, içimizi ısıtan, yüzümüze o heyecan dolu gülümsemeyi konduran neşeli ışıkları düşünmek, değil midir?
Yaşama ruhumuzla, kalbimizle bakmak değil midir güzel olan?
Battal Gazi Aranıyor...
Filmlerde çekim tekniklerinden ve kimi zaman da imkansızlıklardan kaynaklanan hata ve absürdlükler olsa da bir dönem çocuk ve gençlerinin bayıla bayıla izlediği de bir gerçektir. Bugünlerde bu gerçeğin farkında olan ve Battal Gazi'nin doğum yeri olarak bilinen Malatya'da iş yapan bir inşaat şirketinin sponsorluğunda yeni bir Battal Gazi filmi için kollar sıvanmış durumda.
Bu nedenle de dün Beyoğlu'nda düzenlenen ve Cüneyt Arkın'ın da katıldığı bir etkinlik ile artık emekli Battal Gazi Cüneyt Arkın yerine yeni bir oyuncu aramalarına başlandı. Filmin tanıtımının da yapıldığı etkinlikte aranan kişinin en büyük özelliği olarak "ata binebilmesi" gerekliliği, etkinliğe getirilen bir kır at ile vurgulandı.
Ayrıca bir de internet sitesi kurulmuş. Burada yer alan başvuru formunu doldurarak başrol erkek ve kadın oyuncu adayları rol için başvurabiliyorlar. Erkekler için aranan başvuru koşulları mantıklı gelse de kadın başrolü için aranan "dövüş sanatlarından birini bilmesi" şartı bana ilginç geldi. Sanıyorum yeni çevrimde tek kahraman Battal Gazi olmayacak, yanına bir de kadın kahraman eklenecek gibi duruyor.
Sonuç nasıl olacak bilemiyorum ama umarım iyi bir çalışma ortaya çıkar da biz de çocukluk kahramanımızı yeniden izleme fırsatı buluruz.
Kaynaklar :
http://www.battalgaziaraniyor.com/
http://www.wikipedia.com