11 Temmuz 2011

Son Barikat !

3 gün önce fenerbahçe ülker'in şampiyonluğunu kutlayacaksın 3 gün sonra cemaat saldırıyor diye yaygara yapacaksın.

fenerbahçe cumhuriyeti pankartları açıcaksın sonra Turkiye Cumhuriyeti'nin son kalesi fenerbahçe diyeceksin.

adam gibi adam recep tayyip erdoğan pankartları açıcaksın sonra iktidar bizi bitirmeye çalışıyor diye ağlayacaksın.

kurtuluş savaşında cepheye gitmek yerine işgal orduları komutanı adına yapılan turnuvaya katılacaksın, başkanın dokyor nazım bey Atatürke suikast suçundan idam edilecek sonra Atatürk'ün takımıyız diye bize saldırılıyor diyeceksin.

kendi stadında ezeli rakibinin futbolcusu dövdürtüceksin, saldırıyı yapandan brifing alıcaksın sonra kimse bizi sevmiyor diyeceksin.

rıza efendi 2 ekmek 1 süt diye pankart açıcaksın sonra başkanın fişlenme fotoları medyaya düşünce insanlık onurundan bahsedeceksin.

İT aat et diye bütün maratonu kaplayan siyah-beyaz kareografi yapıcaksın sonra saygı isteyeceksin.

biz hepiniz siz tek, biz bize yeteriz sloganları atıcaksın sonra neden kimse yanımızda değil diyeceksin.

güce taparsan birgün o taptığın güç seni ezer bunu unutmayacaksın.

rüzgar ekersen fırtına biçersin bunu unutmayacaksın.

kale falan kalmamıştır bu ülkede barikatlar kalmıştır Son Barikat Beşiktaş Tribünüdür !!!

10 Temmuz 2011

Suçlu ben değil Kore dizileri

Uzun zamandır Beril ablacığımla kore dizilerine sarmış bulunmaktayız.Adamlar gerçekten iyi dizi yapıyorlar.Heartstring diye bir dizi daha yeni başladı şimdiden müptelası oldum henüz 4 bölüm oynamasına rağmen ikişer defa izledim,bilgisayar başından saniye kıpırdamıyorum yakın zamanda ablam bana bir komplo düzenliyecek diyede korkmuyo değilim hani.Ve bu dizilerle birlikte beni büyük bir kore aşkı sardı sanırım koreye bile taşınabilirim bu gazla,itiraf etmeliyim türkiyeden birkaç milyon kat daha güzel bir yer :P . İnsanlarıda dost canlısı bir an önce gidip görmek istiyorum gidip görülmesi gereken yerlerden biri,ve benim yapılacaklar listemin ilk beş sırasından birine girdi bile... :D:D

Bon Jovi, TT Arena ve Toplu Taşıma

8 Temmuz Cuma gecesi aslında içimde büyük bir kararsızlık olmasına rağmen arkadaşlarımla beraber Bon Jovi'yi izlemek için TT Arena'nın yolunu tuttuk. Öncesinde mesai çıkışı olduğu için işyerimize yakın bir restoranda yemek ve üstüne devrilen biralar ile neşemizi bulduk. Zira konser sırasında yeni yasa gereği içki satışı yasaktı. Buradan bir cevap alamayacağımı bilmeme rağmen birkez daha sormak istiyorum; 18 yaşında evlenebilen bir insan evladı "kanunen" içki içmek için neden 24 yaşını beklemek zorundadır ? Bunun mantığını açıklayabilecek birini bulursam çok sevineceğim.

Neyse; Mecidiyeköy metrosuna binip, Sanayi Mahallesi durağında indiğimizde konsere akın eden kitle ile karşılaştık. 10 dakika kadar bekledikten sonra biraz balık istifi de olsa Metrobüs'den kalan tecrübelerimiz ile Seyrantepe'ye rahatça vardık.

Metro'nun çıkışında stadın dışında "esas" kalabalık ile karşılaştık. İnsanlar yukarıda bahsettiğim yasağın etkisi ile "işportacılardan" aldıkları kutu biralarını ve sularını içiyor, sohbetler ediyorlardı. İşportacı kelimesini bilerek tırnak içine aldım zira burada yapılan satış tamamen kayıt dışı olacağından devlete ve ekonomiye hiçbir katkısı olmayacak idi. Çıkardığı yasalarla kendi kendini baltalamak sanırım ancak bizde olurdu.


Stada giriş yapıp oturacağımız koltuklara ulaştığımızda karşılaştığımız manzara yukarıdaki fotoğrafta görülen manzara idi ve çok memnun olduk. Zira biletlerimiz en ucuz kategoriden olmasına rağmen böyle güzel bir görüş açısı beklemiyorduk. Ayrıca genel olarak Türk Telekom Arena'nın -tamamlanmamış olsa da- çok güzel bir stadyum olduğunu söyleyebilirim. En azından oturduğum kale arkası tribününde oturup da bir futbol maçı izlemek çok keyifli olacaktır diye düşünüyorum. O yüzden bir Beşiktaşlı olarak hafiften kıskanmadım değil.


Grup sahneye yarım saat kadar geç yani 21:00 gibi çıktı. Tek tek şarkı şarkı şöyle idi böyle idi demeyeceğim ama genel olarak sevdiğim tüm şarkılarını canlı dinleyebildiğim için oldukça memnundum. Benim yeni kabul ettiğim şarkılarında ise yukarıdaki fotoğraftaki gibi eşlik etmek yerine oturarak dinlemeyi tercih ettim. Jon Bon Jovi 49 yaşında olmasına rağmen bir Bruce Dickinson olmasa da performansı ile oldukça iyi idi. 


Bir de ses sistemindeki boğukluk olmasa idi çok daha sevinecektik. Bilmiyorum belki akustikten belki de gerçekten ses sisteminden idi ama çoğu konuşmasında ne dediğini anlamakta zorlandım. Keza şarkılarında da öyle. Kaldı ki; Haziran ayında K.Çiftlik Park gibi aslen konser alanı olmayan bir yerde Iron Maiden'ı dinlerken hiç böyle sorunlar yaşamamıştım.


Birkaç cümle'de Richie Sambora'ya edelim. Gecenin gizli kahramanıydı diyebilirim. Muhteşem gitar tonları ve soloları ile adeta büyüledi. Böyle büyük bir ustayı canlı canlı izlemek ve dinlemek büyük keyif. Bon Jovi'nin frontman olarak performansı da ayrıca başarılı. Yıllardır tecrübe ettiği "seyirci nasıl coşturulur" becerisini çok iyi kullandı. Milli formamızı giymesi, seyircilerin şarkılara eşlik etmesini sağlaması güzeldi. Bir de konserin sonunda kendisine atılan Galatasaray atkısını açmasaydı daha iyi olacaktı. Zira beklemediği bir şekilde yuhlandı :)


Gelelim konser sonrasına. Yukarıda övdüğüm TT Arena maalesef iş dönüş kısmına geldiğinde sınıfta kalıyor. TT Arena stadının çıkışlarında bir sorun yok. Stad kolayca boşalıyor fakat sonrasında stada özel yapılan metroya giriş çok büyük problem. Stad arazisinden çıkışta konulan turnikelerin bir şekilde mobil yapılıp yapılamayacağını çok merak etmekteyim. 

Zira ilk trafik yaratan nokta burası. Akabinde metro geçişi. Maç günlerine özel, maç çıkışlarında metroya ait gişelerden geçiş içinde bir çözüm bulunabilir. Örneğin geçiş ücreti bilet fiyatlarına dahil edilip, Galatasaray tarafından Belediye'ye topluca ödenebilir ve sadece maç çıkış saatinde gişeler stattan çıkan herkesin kolayca beklemeden geçebileceği şekilde ayarlanabilir. Heryere asılan "6 dakikada 2000 kişi taşıyoruz" ilanlarına rağmen konser çıkışı bu sayı artınca metro vagonlarının nasıl da arıza yaptığını hep beraber gördük.

İşin bir de metrobüs ayağı var. Belki organizatörlerin bilgilendirmemiş olmasından kaynaklanabilir ama eğer siz insanlara araç kullanmayın, toplu taşıma ile gelin-gidin diyorsanız ona göre de hizmet vermeniz gerekir. Normal zamanda çift çift gelen 34Z konser sonrası karşıya geçmeye çalışanlar için tek tek gelmeye ama bir yandan da Zincirlukuyu aktarma durağına gelmeyen otobüse rağmen yolcu taşımaya devam ettiler. 3. otobüse resmen savaşarak binebildik. Toplamda 2 saat 45 dakikada Seyrantepe'den Ümraniye'ye saat 01:45'de varabildim.

Maalesef yöneticilerimiz, hizmet vermeyi lütuf olarak gördüğü, halkımızda bu sözde hizmetten şikayet edenleri "burjuva" olmakla suçladığı ( ki arabam falan yok ) sürece pek fazla yol alabileceğimizi sanmıyorum. Uzun lafın kısası güzel bir gece, kötü bir hizmet anlayışı ile tatsız bitti ( en azından benim için ). Allah tüm Galatasaray taraftarlarına sabır versin.

Not : Fotoğraflar için Mustafa Eseceli ve Yeşim Arslan'a çok teşekkürler.

5 Temmuz 2011

Şike Mike Şampiyonluk....

Pazar gününe skandalla başlamak gibisi yok. Televizyonu açıyorsunuz, şike, rüşvet kelimeleri belirip belirip kayboluyor ekranda. Alttan haber, üstten haber, dizi arası flaş, reklam ardı özet...

Aç kurtlar gibi medya; avını buldu mu tek bir kıymık parçası kalmamacasına asılıyor dişleriyle. Oradan ısırıyor, buradan ısırıyor, kemik parçalarını kıtırdatıp, gürültüyle yutuyor... Doymuyor bir daha ısırıyor. Etin içindeki kanı kuruyup kalmış bir sünger misali içine çekiyor, emiyor. Yetmiyor, tükürüp, yalana yalana tekrar yiyiyor. Geviş getire getire.

Basın özgür tabi; doğruları yazar, gerçekleri gün ışığına çıkarır, karanlıkta kalmış ne varsa irdeler, kanırtır, halkı aydınlatmak için büyük riskler alır. Güvenilirdir, kaya gibi sağlamdır...

Ha şimdi soracaksınız, yukarıda yazdığıma ben inanıyor muyum? İzin verin hemen cevabı yapıştırayım. Tek virgülüne inanıyorsam ne olayım.

Elbetteki ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Bugün ülkenin en önemli spor klüplerinden birinin başkanı şike iddiası yüzünden göz altına alınıyorsa, elbet bir şey vardır diye düşünüyor insan. Çıkan haberlerdeki görüntüler, konuşmalar daha neler neler, hepsi aynı şeyi düşündürüyor; Eh, yapmış bunlar birşey, besbelli ortada. Ancak hemen akla başka bir soru geliyor, Bu olay yeni mi?

Yıllardır böyle söylentiler şehir efsanesi gibi dolanıp durur etrafta, bir allahın kulu da "yok olmaz öyle şey" demez. Herkezin şike yapıldığına dair bir komplo teorisi vardır kafasının bir yerinde. Takımlar kaybettiklerinde yok hakem, yok federasyon, yok oyuncu, bir bahane, bir üçkağıt ararlar o yenilginin içinde. Vardır veya yoktur. Gözümüzle görüp şahit olmadan bilmemiz mümkün müdür? Hayır. Ama dedim ya, bizim kafamız bir başka türlü çalışır. Hatta deriz ki medya şu takıma çalışıyo, bu takımı destekliyor ve saire. Eh, iki koca sayfa tek takıma ayırıp geri kalanına sayfada tek sütun verirsen ben de ararım o üçkağıdı.

İşte bu karmaşanın arasında benim de aklıma takılan aynı soruydu. Bu yeni birşey mi? Bu güne kadar şike hiç yapılmadı mı? Birinin şampiyonluğu diğerine hediye edilmedi mi? Düşmanımın düşmanı dostumdur diyerek kucak dolusu gol yenmedi mi? Hakemler hiç hata yapmadı; bir maçta beş kırmızı kart hiç çıkmadı mı? Yeni mi arkadaşım bu sorular? Bunların hiç biri olmadı da, her şey bizim kafamızda mıydı? Bugün mü oldu bu? dünü hiç yok muydu?

Dün sayfa sayfa yücelttiğinizi bugün sayfa sayfa paralıyorsunuz. Doğrudur veya değildir, bu dünün haberidir. Ama sıkmadı dün yazmak, o yüzden her ne şekil olduysa, bu adam kimle ters düştüyse gafletle, bugün yazmaya karar verdiniz. Ha bize de okumak ve seyretmek kalıyor. Ama bir şeyi elimizden almanız zor; o da, sizin inanırlığınız ne kadarsa biz de o kadar inanıyoruz, güveniyoruz sözde sözünüze. Sonuç olarak yapılan bir şey varsa ortada, geçmişten veya şimdiden, ancak istendiğinde çıkar ortaya. Bu nedenle artık ortaya çıkmış olmasının da artık bir değer taşımadığı aşikardır.

Bir suçun cezasını ancak o suçu işleyen kişinin vicdanı verir. Ha o da yoksa zaten, söylenecek fazla bir şey yoktur. Elbette kanunlar var, suç varsa ceza var. Ama demem odur ki, suçu sabitlenene kadar kişi masumdur. Ne yazarsan yaz, ne çizersen çiz, ne kadar yıpratmaya çalışırsan çalış, bu böyledir. Suçu sabitlendiğinde ise, ne yazık ki bu sefer bu suçun cezasını tek kişi değil, koca bir takım çekecek. Belki gerçekten de bileklerinin hakkıyla aldıkları her zaferin üstüne kocaman siyah bir örtü düşecek. Sahada yüreğin ve inanmışlığın gücüyle dökülen terler buhar olup uçacak.

Bir Beşiktaş taraftarı olarak, bir sporsever olarak, beni en çok üzen hak ile dökülen terlerin heba olmasıdır, her kim olursa olsun, üstünde hangi renkleri taşırsa taşısın.

Yani kısaca, sen ne yazarsan yaz, ne manşet atarsan at, ben yüreğimde mahkum etmedim hedef gösterdiğini.

2 Temmuz 2011

Pentagram'dan yeni single : Wasteland

Henüz hakkında 47 saniyelik kısacık bir video dışında bir bilgi olmayan ama hayranı olduğum ve severek dinlediğim Pentagram grubunun yeni bir single ile müzikseverlerin karşısına çıkacağını öğrenmiş bulunuyorum.

Wasteland, uzun bir aradan sonra grubun çıkardığı yeni bir şarkı olmasının yanı sıra, Murat İlkan'ın ayrılığı sonrası yeni vokalin kim olacağı sorularının cevabını da içeriyor. The Climb grubunun vokali Gökalp Ergen artık Pentagram için söyleyecek. Merakla bekliyoruz !

Wasteland Tanıtım Teaser : http://vimeo.com/25838399

Radyo dinlemek

Hatırlıyorum, özellikle ortaokul ve lise yıllarımda çokca radyo dinliyordum. Özellikle okul dönüşüne saati denk gelen birkaç programı kaçırmamak için elimden geleni yapıyor ve büyük bir hevesle dinliyordum. Bugünün aksine daha çok radyo programcısının sohbetleri, şakaları daha çok hoşuma gidiyordu. Şimdi ise az laf, çok müzik tercihim oldu.

Bilemiyorum neden böyle bir değişim yaşadım fakat bana nedense radyo müzik dinlememiz için en iyi araçlardan biri gibi geliyor. Hafif parazitli yayını sanki nağmeleri kulağıma daha güzelmiş gibi geliyor. İstek parçanın çalınmasının verdiği garip ve anlamsız heyecan ya da sıradaki parçanın ne olacağını tahmin etmeye çalışmak gibi eğlenceleri başka bir müzik kaynağı sunamıyor.

Özellikle birşeyler okurken sesi kısılmış ama kulak kabartıldığında duyulabilen bir radyo yayını benim çok hoşuma gidiyor. Bir kitabı okurken hayal ettiğiniz dünya için adet fon müziği görevi görüyor. Bir de şimdi pek kalmasa da radyo programcılarının kendi üzerlerinden yarattıkları gizemi seviyordum. Serdar Ortaç radyo programı yaptığı zamanlar kendisini "kadın" sandığımızı çok net hatırlıyorum.

Çocuktuk işte, hayattan şimdikinden daha fazla keyif alıyorduk. Bence ister çok güzel geçsin, ister acılarla bir insan en çok çocukluğunu özler. Çocukluğumun bir parçası olduğu için de radyo yayınlarını bu kadar seviyorum belki de. Yazımı bitiriyor ve bir radyo tavsiyesinde bulunuyorum. Rock.FM. Müziği sert istiyorsanız dinlemenizi tavsiye ederim.

30 Haziran 2011

Kore ve Romantik Komedi

Kime sorarsanız sorun, cevap hep aynı olacaktır. Bizim kız en çok hangi tür dizi seyreder? Yormayayım sizi, çok basit; Kriminal dizileri izlerim, takip ederim, obur gibi yenisinin de çıkmasını beklerim.


Tamamen tesadüf eseri rastaldığım bir Kore dizisi beni öyle içine çekti ki, yok cesetti, olay yeriydi, kim öldürdü vs bunlar uçtu gitti kafamdan.

Romantik komedi türünü pek çok kişi sever. Ben de severim, hastası değilimdir ama arada kafa boşaltmak için seyrederim. Bir iki sahneye güler, bir iki sahnede hüzünlenir, bir iki sahnede de öylece gülümserim. Ancak Koreliler bu işi epey ilerletmiş, ben daha yeni farkına varıyorum. Bu rastladığım dizi amime sever birini de tatmin edecek nitelikte. Çünkü gerek karakterler, gerek senaryo, tam bir curcuna. Mimikler tıpkı anime karakterler gibi, diyaloglar animeden fırlama... Öylesine gülüyorsunuz ki kimi nolktalarda karnınız ağrıyor. Pişmiş tavuğun bile başına gelemeyecek olaylar ana karakterin başına gelince, ağzınız bir karış açık kalıyor, sonra da aniden gözlerinizden yaş gelene kadar gülüyorsunuz..

Bir de o enteresan saflık, romantizm ve derinlik var; Bilmem asyalıların genlerindeki nezaketten midir, o kadar yumuşak ve hafif ki, ruhunuzu okşayıveriyor. İşte aslında böyle olmalı diziler. Romantik komedi, nefret, kumpas, hainlik diz boyunu aşmadan. Herşeyden biraz ama nezaket sınırını zorlamadan.

Evet efendim bu seyrettiğim dizinin adı You Are Beautiful. Sevgili çekirgemle hastası olduk dizinin ve beraber bu türdeki dizileri takip etmeye karar verdik:) Ara ara beğendiğim çıktıkça buraya yazacağım. Stay Tuned yani.

29 Haziran 2011

İlerleyen Dünya, Kaybolan Sabır

Bugün seneler sonra çalıştığım işyerinde farkettim ki; günümüzde insanların sabrı ya hiç kalmamış ya da tamamen bitmek üzere. Nasıl mı ? Dünya o kadar hızlı işleyen bir makina halini almış ki bunun gerisinde kalan herşey insanlar için tahammülsüzlük kaynağına dönüşüveriyor.

Vereceğim örnekler işim gereği biraz teknolojik olacak affedin ama en iyi bu alanda gözlem yapabiliyorum. Bundan 15 sene önce işe girdiğimde şirkette internet çıkışı yoktu. Sonra ufak bir internet kafe kurduk ve çalışanlar öğle tatillerinde "sırayla" buradaki bilgisayarları kullanıyor ve 56Kbit bağlantı hızı ile internette aradıklarını bulmaya çalışıyorlardı. Kısıtlı zamana rağmen kimsenin hayıflandığını veya sinirlendiğini hatırlamıyorum. Tek birşeye dikkat ediliyordu o da işi biten kişinin bilgisayarın başında gereksiz vakit öldürmüyor olmasıydı. Yazılı olmayan bir kural idi adeta. Yani bugün Facebook v.b. mecralarda vakit geçirmek için tur attığımızı düşünürsek...

Her neyse bugün yılların tecrübesi ve işinde guru diyebileceğimiz bir sektör çalışanı, kurulum yaptığı bilgisayarın hızından şikayet ediyordu. Eğer az evvel yukarıda bahsettiğim dönemlerde çalışmadığını bilsem anlamlı gelebilirdi bu şikayeti fakat o an anlam veremedim. Daha sonra oturup düşündüğümde insanoğlu'nun eline verilen imkan ne kadar çok olursa, o kadar çok şikayet ettiğini ve sabırsız olduğunu farkettim. Hiç zorlamadan aklıma onlarca örnek geliverdi.

Sonra tekrar düşündüm; acaba bu sabırsızlığın olumlu yönleri de yok muydu ? Aklıma gelen ilk faydası ilerleme için gereken motivasyonu sağlamasıydı. Eğer tüm insanlık o an ki mevcut durumundan memnun olsa teknoloji şu an bulunduğu noktaya ulaşamazdı. Fakat bu sabırsız ve doyumsuz bakış açısı faydalı olduğu kadar da zararlı. Çünkü bu sabırsızlık ve doyumsuzluk insanın yine insanlarla olan sosyal ilişkilerine de olumsuz bir şekilde yansıyor. Özellikle insanlar kendilerine bu hizmetleri getiren ve sunan kişileri çok kolay kırabiliyor ve üzebiliyorlar. Bunun dışında o kadar hızlı bir hayat yaşamaya alıştırılmışız ki; en ufak bir gecikmede karşımızdaki insanı kim olduğuna bakmadan üzebiliyoruz.

Hayat kısa fakat bence hiçbir zaman başka bir hayatı kırıp, üzecek kadar acele etmemek gerekiyor diye düşünüyorum. O yüzden yaşam ne kadar hızlansa da biz arasıra frene dokunmayı bilmeliyiz.

28 Haziran 2011

Pembe Patiler

İlk yazımda uzun zamandır rahatsızlık duyduğum bir konuyu yazmak istedim. Geçenlerde internette gezinirken bir haber dikkatimi çekti '' Husky cinsi dişi köpeğe tecavüz edilip cinsel organı parçalandı'' ilk önce bir şaşkınlığa uğradım.Bu nasıl bir canilik,bunu nasıl bir insan yapar diye.Ama çok geçmeden Bunu yapan insan mıdır? Sorusunu sordum kendi kendime, tabi cevabı çok açıkt.Tüylerim diken diken olmuştu diğer sayfalara göz atınca sadece bununla kalmadığınıda gördüm.Hainlikti bu konuşamayan,kendini savunamayan bir canlıya nasıl yapılabilirki böyle bir şey . Onların neleri vardı ki dört patisi bir küçük kalplerinden başka.Tabi birde insanlardan istedikleri şafkat var.Bu onların en büyük hatalarıydı belkide bilseler insanların aslında onları hak etmediğini onların dostluğunu,onların güvenini.Söyledim ya bunları yapmış olanlar insan sıfatına laik değildir!

Ve biz bu sorunun hala açıklık kavuşamadığı bir ülkedeyiz tabi ülkedeki diğer sorunları çözemeyen insanlardan bu konu hakkında nasıl bişey yapmaları beklenebilir ki.

Dedim ya onların bir hataları yok insanlara güvenmeye çalışmaktan başka..

Geç Olsun , Geçmiş Olsun

Benim gibi bir açgözlüyü doyurmak için takip ettiğim otuza yakın yabancı dizi yeterli gelmez, muhakkak ki bir iki yerli dizi de ekten izleyip üzerine konuşmak, tartışmak hatta hatta şaka yollu cancağzıma takılmak isterim.

Bu sene baktık öyle ahım şahım birşey yok gene de geleneği bozmayalım diyip Kavak Yellerine devam ettik. Sonra Behzat Ç. bizde müptelalık yaptı. O kadar doğal o kadar eğlenceli ve bir o kadar da vay anasını dedirttiren...

Yaz geldi o, bu , şu dizi tatile girdi. Kaldık mı öyle? yok canım, kalmayız biz. Evin efendisi tesadüfen Ezel adlı dizinin finaline denk gelince bizim de rotamız belli oldu. Ta en baştan başladık Ezel'i izlemeye.



Duma'nın eşsiz eseri Monte Kristo Kontu'nu neredeyse yirmi yıl önce okumuştum, pek çok da uyarlama izledim. Kimi tam olarak eserin filme uyarlaması iken, bazısı da esinlenme diyebileceğiniz izler taşıyordu. Orjinal eserin güzelliğini hiç birinde bulamadığımı söylemem lazım. İşte bu yüzden Ezel yayına başladığında, aynı ön yargıyla, seyretmeyi düşünmedim bile.


Şimdi, henüz ilk bölüm izlemişken, önyargının aslında ne kadar yanıltabileceğini farkediyorum. Her ne kadar esinlenme olsa da, hikaye en az dünya kadar yaşlı bir hikaye. İhanet, intikam, aşk ve nefret. Şimdi böyle söyleyince çok klişe geliyor, ama değil işte... Amerikayı yeniden keşfetmek değildir mesele, onu anlatabilmektir.


Gerek senaryo, gerek çekim, gerek oyuncular, sizi heyecanla koltuğa çakabiliyorsa, birileri bu bildik hikayeyi anlatmayı hakkıyla başarmış demektir. İşte ben bu hakkı bu yiğide veriyor ve Ezel macerama kaldığı yerden devam ediyorum.

Yaz Yaz Yaz Bir Kenara

Şizofrenliğim tuttu yine. İçimde bir yerlerde var ettiğim, yaşattığım, bazen öldürdüğüm ya da -daha doğrusu bu olacak sanırım- yüreğine ölümcül yaralar açıp, ölüm döşeğindeyken terk ettiğim diğerimle (bazen ciğerim de derim; çok, pek çok sevdiğim zamanlarda yalnızca ve bu çok nadir olur) konuşuyorum şu anda. Olric desem, değil... Jale desem... Olabilir valla neden olmasın ki, hırpani kardeşim benim, hep benim duymak isteyip de kendime söylemeye cesaret edemediklerimi söylerdi kulakcağızıma kendisi. Jale olabilir yani. Annem desem, ı-ıh! Olamaz, olmasın annem... "Diğerim" işte, en güzeli. İçimde ölü taklidi yapan biri var, benim diğerim... Çoğu zaman pek sevmem onu ama her zaman değil, çoğu zaman... Kulak misafiri olursanız şöyle bir şeyler konuşuyoruz:

-Saygıdeğer diğerim, bu sene niye yaz gelmiyor kuzum? Gelmeyecek mi? Olmayacak mı böyle bir şey yani, niye, gelmiyor?

-Gelmeyecek de ne demek, yine ne saçmalıyorsun? Geldi işte, ilkokulda öğrenmedin mi a salak! (asalak değil, a salak! Hakaretin de bir ahlâkı seviyesi olmalı bence.) "Haziran-Temmuz-Ağustos" yaz aylarıdır. Bak takvime, Haziran ayındayız, demek ki gelmiş yaz. Sen farkında değilsin.

-Değilim değil. Her şeyin farkındayım ben, salak değilim, bu işte bir yanlışlık var, çünküm yaz değil bu, başka bir şey. Yaz dediğin şıpır şıpır terletir, pencereleri sonuna kadar açtırır, bir esinti parçasında, miniminnacık bir esintide bile, Tanrı'ya şükrettirir. Çamaşır asarsın balkona, efil efil iki saatte kurutur ütüye yollar koskoca çarşafları fakat... Bu ne! Yaz değil bu. Bu ne diğerim?

-Yaz bu, yaz denince bunları mı anlıyorsun sen? Yaz gelince insanların azıcık yüzü güler, yakacak giderleri azalır, sağlam ve su geçirmeyen, kalın tabanlı, ağır ayakkabılar giymek zorunda değildirler, bir şıpıdık terlik yeter yolda yürümeye. Yiyecek masrafları azalır, karpuz ucuzlar bir kalıp peynir, bir büyük karpuz, iki-üç gün bir aileyi doyurmaya yeter. Domates ucuzlar akıllım, yaz gelince! Çocuklar mutludur, arada bir dondurma yiyebilenleri bile çıkar içlerinden, yaz iyidir, yaz geldi baksana dışarı! Çocuklar mutlu mu?

-E, mutlu... Çocuklar hep mutludur zaten, yaz gelince de mutludur, kış gelince de mutludur...

-Sen de bazen çocuk olsan diyorum, hep mutsuzsun, hep bir şeyleri beğenmemekle meşgulsün, şimdi bu sözlerime de itiraz gelecek, baştan söyleyeyim, benim uykum geldi burada oturup seninle lak lak etmeye hiç niyetim yok, sen beni dinle bak, yaz geldi, sen de mutlu ol. Bil ki, mutsuzluğunun mevsimlerle alakası yok, biraz erken büyüdün bence. Çocuk ol bazen, mutlu ol. Çocuksan mutlusundur, mevsim yaz olur eğer çocuksan. Tamam mı?

-Tamam.

27 Haziran 2011

Sonunda beklenen "kalite" bizim oldu

Aslında bu olalı yaklaşık kırk hafta oluyor ama Behzat Ç. dizisi ilk sezon finali ile Türk Televizyon tarihine ismini hiç çıkmayacak bir şekilde yazdırdı. Maalesef severek ve büyük bir merak ile izlediğim tek yerli yapım Behzat Ç. İlk yayınlandığı bölümden itibaren bir alternatif yapımdan fenomene doğru dönüşümünü hep birlikte izledik.


Günümüz dünyasının ayıplarından biri olan dizisi veya filmi çekilene kadar kitabından haberdar olmamamız Behzat Ç. için de geçerli idi. Emrah Serbes'in ilk Behzat Ç. kitabı olan "Her Temas İz Bırakır"dan uyarlanan dizi, hem uyarlama olarak hem de gerçek anlamda "izleyen" gibi düşünüp, karakterleri ekrana sunmak bakımından çok başarılı oldu.

Kitapları ( özellikle de Son Hafriyat'ı ) okuyanlar bilir, Emrah Serbes kurgu konusunda çok başarılı bir yazar.Buna ek olarak çok biri bir "sır" saklayıcı. Sizi tahminlere zorlasa da finale kadar sakladığı ve esas can alıcı nokta olan hikayenin esas sırrını çok iyi saklıyor. Bu da onu komple bir polisiye roman yazarı yapıyor. Umarım daha çok kitap yazar ve okuruz.

Behzat Ç. hakkında, özellikle de final hakkında yazacak çok şey var ama açıkcası hem anlatması çok zor hem de bence biri Behzat Ç. nedir diye merak ediyorsa, oturup hem kitaplarını okumalı hem de diziyi izlemelidir.

26 Haziran 2011

Bir Yağmur, Bir Güneş

Sabahın bir saatinde gözlerini açtığında gördüğün güneş ve ardından bastıran yağmur... Bir açıyor , bir kapıyor. Sen yağmurla yıkanan topraktan çıkan o mis gibi yeşil kokuyu içine çekerken, güneş bir daha ne zaman parlar diye soruyorsun kendine. Evet diyorsun, hafif hafif esen rüzgarla gelen yaz yağmurunu severim, ama gene de güneşin ışıklarının içimi ısıttığı, bir gün sonrası için verdiği umudu da severim.

Yaşamın gerektirdiği her anı doyasıya, güneşi de yağmuru da, fırtınayı ve borayı da severek yaşamak değil midir güzel olan? Pamuk pamuk karlar gökyüzünden tüy gibi yere düşerken, soğuk yerine beyazı düşünmek; fırtına, pencere pervazları altından odanın içine doğru şarkısını söylerken, rüzgarın öfkesi yerine, o eşsiz melodinin namelerini duyabilmek; yağmur, damlalarını toğrağın üzerine bırakırken, ıslanmayı değil, temizlenmeyi, her anlamıyla ilk doğduğumuzda içimizde olan o saflığa dokunabilmek; güneş açtığında, gözlerimizi acıttığını değil, içimizi ısıtan, yüzümüze o heyecan dolu gülümsemeyi konduran neşeli ışıkları düşünmek, değil midir?

Yaşama ruhumuzla, kalbimizle bakmak değil midir güzel olan?

Battal Gazi Aranıyor...

Destanlara konu olan ancak hakkındaki bilgiler çok da net olmayan bir tarihi kişilik Battal Gazi. Hakkında yazılan kitaplar ve çevirilen filmlerin aksine bir Türk değil, Emevi ordusu komutanı olan bir Araptır kendisi. Ancak buna rağmen özellikle Cüneyt Arkın'ın canlandırdığı Battal Gazi rolü ile toplumumuzun ve kültürümüzün ayrılması bir parçası haline gelmiştir.
 Filmlerde çekim tekniklerinden ve kimi zaman da imkansızlıklardan kaynaklanan hata ve absürdlükler olsa da bir dönem çocuk ve gençlerinin bayıla bayıla izlediği de bir gerçektir. Bugünlerde bu gerçeğin farkında olan ve Battal Gazi'nin doğum yeri olarak bilinen Malatya'da iş yapan bir inşaat şirketinin sponsorluğunda yeni bir Battal Gazi filmi için kollar sıvanmış durumda.

Bu nedenle de dün Beyoğlu'nda düzenlenen ve Cüneyt Arkın'ın da katıldığı bir etkinlik ile artık emekli Battal Gazi Cüneyt Arkın yerine yeni bir oyuncu aramalarına başlandı. Filmin tanıtımının da yapıldığı etkinlikte aranan kişinin en büyük özelliği olarak "ata binebilmesi" gerekliliği, etkinliğe getirilen bir kır at ile vurgulandı.

Ayrıca bir de internet sitesi kurulmuş. Burada yer alan başvuru formunu doldurarak başrol erkek ve kadın oyuncu adayları rol için başvurabiliyorlar. Erkekler için aranan başvuru koşulları mantıklı gelse de kadın başrolü için aranan "dövüş sanatlarından birini bilmesi" şartı bana ilginç geldi. Sanıyorum yeni çevrimde tek kahraman Battal Gazi olmayacak, yanına bir de kadın kahraman eklenecek gibi duruyor.

Sonuç nasıl olacak bilemiyorum ama umarım iyi bir çalışma ortaya çıkar da biz de çocukluk kahramanımızı yeniden izleme fırsatı buluruz.

Kaynaklar :
http://www.battalgaziaraniyor.com/
http://www.wikipedia.com

25 Haziran 2011

Başlangıç

Bugün dört arkadaş, dört kardeş birbirlerine bir söz verdiler. Artık düşündükçe yazacaklar, yazdıkça gönderecek ve paylaşacaklardı. Bu blog sayfasının ve burada okuyacağınız her türlü yazının asıl amacı budur. Yazarak paylaşmak... Çünkü inanıyoruz ki; yazmak konuşmaktan sonra insanın kendini en iyi ifade edebileceği biçimdir. Hatta bazen konuşurken söyleyemeyeceklerinizi, yazarken söyleyebilir, anlatabilirsiniz.

Uzun lafın kısası bugün bizim için, biz dört arkadaş ve kardeş için yeni bir Başlangıç ! 

İyi okumalar...